MUHAKEMAT DERSLERİ-16

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassub veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Hâlbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2021-03-08 10:44:52

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam)

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassub veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Hâlbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hem cinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafîdir. Hattâ o derece oluyor; bunlardan biri taassub ve safsatasını terkederek nâsın icma' ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezheb ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Hâlbuki taassub yerinde hak ve safsata yerinde bürhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez.(Muhakemat, s. 37)

Bu istibdattaki seyyiatın seyyiesi ve hataları nedir? Meslekleri, mezhepleri, meşrepleri, ikame ettiren galiben taassup, gayri tadlil etmek ve safsatadır. Adam mesleğini ve meşrebini bu esas üzerine kurmuş. Safsatanın karşılığı bugünkü insanda demagoji, yani batılı hak, hakkı batıl göstermek. Mesleğini meşrebini demagoji üzerine kurup, kendi dışındakileri tezyif, tadlil ve tahkir etmek. Bir de taassup ki, o da körü körüne taklit demektir. Şimdi bu üçü yan yana geldiği zaman adam mesleğini, meşrebini hatta mezhebini bunun üzerine kurmuş, ikame etmeye çalışıyor.

Kırkıncı hocam, Allah rahmet eylesin, anlatıyordu; bir öğretmen gelmiş Kırkıncı hocamın yanına.. Bir mesele üzerine Kırkıncı Hocam "niye sen oruç tutmuyorsun" diye sormuş. O öğretmen de; "hocam, aslında oruç otuz gün değil üç gündür" demiş ve şöyle devam etmiş; "Cebrail geldi, peygamberi mescitte göremedi. Üçü yazdı, gitti. Sonra da bir sinek geldi, bir nokta koydu, üç oldu otuz." Safsataya bak ya, ne mantık var, ne muhakeme var. Kırkıncı hocam -Allah rahmet etsin- mantık küpü, demiş ki; "dur bir dakika! O Cebrail nasıl bir Cebrail ki, semadan, arştan iniyor, Muhammed aleyhisselam nerede bilmiyor! O nasıl Cebrail?" Adam hıpp susmuş! Hocam devam etmiş; "Peki o Muhammed(sallallahu aleyhi ve sellem) ki hâşâ üçü otuz görüyor, Cenab-ı Hak onu ikaz etmiyor!" Bir sineğin pisliğinin altına gömülmüş, kalmışlar. Hadi git Ramazan orucunu üç gün tut, olur mu? İşte safsata, işte demagoji.

Şeriatın nazarında bu üç nokta da zem edilmiştir. Taassup, başkalarının dalalette görme ve göstermek ve safsata, demagoji.. Bunları şeriat istemiyor ve zem ediyor. Zira bunlar uhuvvet-i islamiyeyi bozuyor. Ayrıca insanlara bakan nispetleri ve alakaları da bozuyor parçalıyor. Fıtratta teavün(yardımlaşma) düsturu var, yağmur nebatatın, nebatat hayvanatın imdadına koşuyor, hayvanlar sütle insanın imdadına koşuyor. Kâinatta birbiri içerisinde müteselsil teavün var. Bu teavün fıtri. Bakınız bu fıtratta var. Kuran fıtratı şerh ediyor. Demek ki Kur'an'ın ruhuna muvafık olmayan şey nedir? Demagojidir. Nedir, başkalarını tezyif ve tahkir etmektir ve de taassuptur. Bunların hepsi zem edilmiştir. İnsan ya taassup üzere gidecek ya da o meslekten sıyrılıp çıkması lazım. Ya demagoji üzerine gidecek, batıla sapacak ya da meslek ve meşrebini ve mezhebini tağyir etmesi lazım ve istikamet çizgisine hududuna girmesi lazım. İşte girmeyince, İslam tarihinde fırka-i dalle olan fırkalar çıkmış mı, çıkmış. Adam ayeti kendi kafasına göre yorumlamış. Hatırlarsanız, "Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et."(Hicr: 15/99) ayetini yanlış anlamış. Yakin'i bütün müfessirler ölüm manasında müttefikan anlamışlardır. İnsan nefes ve nefis taşıdığı müddetçe tekliften düşmez. Son nefesine kadar namazını kılacaksın, İslam'ı yaşayacaksın. Adam yakini "ben huzurdayım, bana yakin geldi" diye anlıyor ve "benden namaz düştü" diye anlıyor ve neticesinde ebedi hayat gidiyor.

Şimdi burada da ölçü veriyor, ebnay-ı istikbalden beklenen nedir, daha doğrusu çok uzağa gitmeyelim, bugün bizden beklenen nedir? O da şudur ki, her Müslümanın kendine has bir meşrebi ve mesleği olur mu olur. Meşrep daha ziyade biraz daha fıtratla alakadar, mezhep ise tutulan yoldur. Meşreb insanın mizacından tegaddi ediyor. Üstadımız bize burada ölçü veriyor, hiç uzağa gitmeyelim ve gitmeye gerek yok. Kendinde bunu murakabe edeceksin; sen ebnay-ı istikbale müheyya mısın, sen ebnayı istikbale medar vasıf ve sıfatları kendinde görmek ve göstermek istiyor musun? Sen tebşirata medar bu güzelliğe ayna olmak istiyor musun? İşte ölçüleri: taassup, demagoji yok. Peki, ne var? Hak olan mesleğini ve meşrebini ve yolunu hak üzere inşa edeceksin.

Büyükler demişler ki; "önce hakkı tanı, sonra insanları tanı. Önce insanları tanırsan sonra hakka ulaşamayabilirsin." Çünkü tanıdığın insan haktan, hakikatten, marifetten yoksun ve nakıs, ayrıca meşrep itibariyle de bulanık olabilir. İnsan, onun aynasında hakikatı temaşa ederse neticesi büyük sıkıntı olur. O aynanın düz ve şeffaf olması lazım, berrak olması lazım. Ayna ya düzdür, ya dış bükeydir ya da içbükeydir. Birisine bakıyorsun büyütüyor, dev gibi gösteriyor mübalağa yapıyor, öbürüne bakıyorsun, o da cüce gibi küçültüyor. İki ayna, dış bükey ve iç bükey de, ifrat ve tefrittir. Vasat ve istikamet net, ayna ise düz aynadır. Bakıyorsun; ya büyütüyor, mübalağa ediyor ve ihtilaf çıkartıyor ya da küçültüyor, tezyif ve tahkir çıkartıyor.

Burada mesleğimizi ne üzerine kuracağız bunu çok net tespit etmek gerek, safsatanın, demagojinin yerine burhan, delil, hüccet ve mantık muhakeme üzerine olacak. Başkalarını tadlil etmek yerine hak olan kaideler üzerine müesses olacak. Bu da şu üç nokta ile olabilir, üstat burada üç tane şifre veriyor; Tevfik, tatbik, istişare.

Tevfik; tevfiki Cenab-ı Hak'tan bekleyeceksin, ayeti kerimede ne buyuruluyor;

وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ

"Muvaffakıyyetim de Allah iledir"(Hud: 11/88) O tevfik, refik olursa inşallah istikamete gidersin. Ama tevfik-i ilahi refik olmazsa, Allah akıbetimizi muhafaza buyursun. Allah'a güvenmek, Allah'a bağlanmak, tevfike medar hareket etmek ise uhuvvet ve muhabbet iklimi içerisinde hâsıl olur. Dinin izzetini, şehametini, İslamiyet'in kudsiyetini, hakikat-ı İslamiyet'in nuraniyetini fiilen tatbik ettiğimiz zaman, işte o zaman Cenab-I Hakkın tevfiki refik olur.

Tatbik, başkasını yargılamaktan ziyade kendine bakacak ve iç murakabeni yapacaksın. Sen şu hakikate ne ölçüde ma'kes ve ayine oldun? Bu nokta çok önemli. Müslümanın dünyası teyp gibi değildir, teybe bas ve konuşsun. Müslümanın dünyası tatbiktir, uygulamadır, daha açıkçası temsil gücü. Sahabe-i Kiramı ümmetten ayıran en önemli farkı budur, temsil. Konuştuklarını yaşamışlar, yaşadıklarını konuşmuşlar, yaşayan hakikat olmuşlar. Bu önemli bir ölçü. Bir Müslüman konuştuğunu yaşar, yaşadığını konuşursa, o Müslüman yaşayan bir hakikat olur. Bugün İslam dünyasının en ciddi meselelerinden birisi de budur; İslâmiyet'in güzelliğini hayatında fiilen teşhir etmek ve göstermek, temsil hakikatı. Baktıkları zaman "haza Muhammedi" "işte Müslüman böyle olur" denmeli ve dedirtmelidir. İslam âleminin en büyük sıkıntısı bu tatbik, uygulama meselesidir.

Bizim bir Ziya hocamız vardı. Erzurum'da, Erzurum lisesinde yıllarca öğretmenlik yaptı ve yüzlerce, binlerce öğrenciye bu hakikatleri tebliğ etti. Bir terzi vardı, terzi Risale-i Nur derslerini bilen bir insandı. Bir gün terzi dükkânına gittim ve bu nakledeceğimi bizzat terziden dinlemiştim. Terzi dükkânının ön camı büyük ve yoldan gelen geçenler görülebiliyordu. Bir iki talebe terzilik gerektiren işleri için terziye gitmişler ve içeride beklerken, o büyük camı olan terzi dükkânının önünden bizim Ziya hoca geçiyormuş. Tabi o öğrenciler terzinin bu Ziya hocayı tanıdığını bilmiyorlar. Ziya hocayı görünce, o iki öğrenci terziye demişler ki; " dünyada İslamiyet'i yaşayan biri varsa, işte bu hocadır" diyerek Ziya hocayı işaret etmişler ve "olacaksan işte bu hoca gibi olacaksın" demişler. Çocukların takdiri işte.

İnsan bilgiyi her yerden alabilir bilginin kaynağı çok. Bilginin faydası var mı var. Telkin de bu bilgiyi pekiştirir mi, mayalar mı, pek tabiî ki evet. Ama insan fıtratında çok önemli bir his var ki, bunun üzerinde durmak lazım. O da nedir; itminan. İtminan var ya kalbin itminanı, mutmain olmak. Bir insanı itminana getiren en büyük saik, onun İslamiyet'i temsil gücüdür. İtminan sima da okunur, itminan gözde görünür, itminan tavırda, ahval de hissedilir. İtminan kelamda görünür. İtminan, İslâmiyet'i hayatında uygulamada bizatihi teşhir etmede görünür. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Medine'ye teşrif ettiği zaman o gün Yahudi'nin en büyük âlimi, teyzesi de dehşetli bir Yahudi, bırakmadı dama çıksın. Teyzesi korktu; "bu Muhammed'i (aleyhisselatu vesselam) görürse, ala külli hal Müslüman olur" diye. Kim bu zat? Abdullah bin Selam(r.a).. Damda Resulullah aleyhisselatu vesselamın yüzüne baktığı zaman ilk cümlesi; "bu yüzde yalan yok" demek oldu. Abdullah İbn-i Selam o gün en büyük âlimlerinden birisi. Merkez bir insan, itibarlı bir insan. Demek ki bu hadisten çıkan mana nedir, yüz insanın kalbindeki itminanı veriyor mu, verir.

 سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ

 "Sîmaları secde eserinden yüzlerindedir."(Fetih: 48/29) Göz ise göz de öyledir, yürüyüş te öyledir, bakış ta, nazar da öyledir, kelam da öyledir. Kelamın nuraniyeti vardır. Kelamın gabaveti vardır. Kelam ağızdan ne kadar hasbi, ne kadar halis, ne kadar samimi çıkarsa, o denli isabetli, kalbe ve ruha tesirli olur.

Bir tabir vardır Arapça "ma-i mukadder" yani damıtılmış, rafine edilmiş demek. Yani ağzından çıkan kelamı içinde rafine edeceksin. O ağzından dökülen kelam mikroplu, bulanık, kirli, kimyasal olmayacak. O ağzından çıkan kelamın arkasında enaniyet olmayacak, gurur olmayacak, haset olmayacak, kibir olmayacak, "ben biliyorum, ben anlıyorum, ben kavrıyorum" olmayacak. Eğer olursa, ma-i mukadderi bozdun. Şöhret-i kazibeyle konuştun ve su bulandı. Hasetle konuştun, para için konuştun, menfaat ve tarafgirlik, inat için konuştun, adavet için konuştun. Neticede kelam ölü ve cansız oldu. Müessiriyeti de uçtu gitti. Ma-i mukadder; arınmış süzülmüş su.. Ağzından çıkan sözün öyle olması lazım. Üstad diyor ki; "Risale-i Nur'un telifinde hissiyatı insaniye, enaniyet-i ilmiye hükmetmemiştir." Fesubhanallah, burası çok calib-i dikkat bir husustur. İşte kelamda itminana mücessem bir delil.

Simada, gözde, nazarda, itminan var mı var, bir nazar-ı Muhammedi fahmı elmas ediyor. Sohbette itminan var mı var. Sohbet var; insanın göğsüne iksir gibi geliyor. Bakın bir hatıramı anlatayım, yeri ve mekânı söylemezsem gıybet olmaz. Bir Cuma günü bir yerde çok büyük bir camiye gittik. Biri vaaz ediyor, bir haleti ruhiye, belki benim tespitim de nakıs ve noksan olabilir, onun payını da koyup bir tarafa, sözüme devam edeyim, şimdi adam konuşuyor ama içimden diyorum "bu adam ne konuşuyor?" Emin olun bırak kalbe girmeyi, kulağıma da girmiyor, bu adam ne konuşuyor? Bir kaç kişiyle gitmiştik, şimdi Müslüman su-i zanna vesile olmaması lazım, yani suizan olmasaydı, tek başıma olsaydım, o camiden çıkıp başka camiye gidecektim, ne demek istediğimi anlayın. Namazdan sonra dedim; "kimdir bu konuşan kişi?" Dediler; "filan beldenin müftüsü!"

Şimdi bakın, sahabeleri İslamiyet'e celb eden en önemli sebeplerden birisi itminandı. Hazreti Ali (r.a) diyor ki; "ben Resulullah aleyhisselatu vesselamdan ve ondan sonra hayatımın sonuna kadar onun simasından daha güzel bir sima görmedim." Ağzından dökülenlere bak; yalan yok, gıybet yok, hakkı terennüm etmiş, Muhammedü'l Emin denmiş. Emniyet, sadakat, edep, hayâ, ubudiyet, şefkat… Ne kadar güzel sıfatlar varsa hepsi kemal derecede onda içtima etmiş.

İtminanı her şeyde aramak lazım; alışveriş yapıyorsun, zeytinyağı alıyorsun. Saf süzme soğuk sıkım deniyor ama içine öyle bir ayçiçeği yağı sızmış ki. Adam yumurta satıyor, sarılı üzerlerine saman atmış ya bunun içinde ne var? Rivayette var ki; "ahir zamanda önce bal bozulur." Bir kardeşimiz gitmiş, bal almış. Ama bakmış ki süzme diye satılan balda eritilmiş şeker ve parfüm var. İşte ticarette itminan lazım. Eğitim de itminan, ahlâkta ve cemiyet hayatında da itminan. Sahabe, Resulullah'ı (aleyhissalatu vesselam) görmüş, nasıl etrafında pervane olmuşlar. Bugün İslam dünyasında en ciddi meselelerden biri bu; "acaba bu karşımdaki beni kandıracak mı?"

Efendimiz aleyhissalatu vesselam elini çuvala soktu çıkardı ve baktı. Çuval ıslaktı "aldatan bizden değildir" dedi. Bu kelamın en hafif manası "benim sünnetim, benim yolum, benim tarzımı terk etmiştir" daha derin ve ince manası var, onu söylemeyeyim. Bir Müslümanda itminan tam olursa gönüller ona açılır, kalpler onu sever, hisler onun etrafında pervaz olur. O itminan kalplerde heyecan meydana getirir. Müslüman İslamiyet'i hakkıyla yaşamazsa, hayatıyla ayine olmazsa, gözünü, kalbini, dilini, maneviyatını parçalarsa, ne kadar fikri derinliği dahi olsa, kalplerde onun hakkında itminan olmaz. "Seslerinin çirkinliğinden şikâyet eden Hafızların kulakları çınlasın" İş ses ve seda değildir.

Bir zaman bir kardeşimiz vardı onunla da çok hukukumuz var, vaaz ediyordu. Vaazı da celalli ve sesini de yükselterek konuşuyor. Vaazdan sonra ona dedim ki; "hocam ben sana bir şey söyleyeyim mi?" "Buyur" dedi. Dedim ki; "hocam, sesini yükseltme, sözünü yükselt."

Tevfiki Allah'tan isteyeceksin yani benim ilmim, benim meziyetim, benim kabiliyetim, benim hususiyetim.. Geç onları, sil hepsini وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ

Tevfik refik olursa, tasa etme Allah önünü açar.

Tatbik; İslamiyet'in güzelliğini hayatında fiilen sergilemektir. İşte o sergilemekte itminana medar bir mazhariyeti hayatında teşhir edersen, o zaman akıllar, gönüller, nefisler, senin etrafında pervane olur.

Bir de istişare var ki, o da ayeti kerimede şu şekilde emredilmiştir;

وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ

"iş hakkında onlara danış"(Âl-i İmrân; 3/159)

 Ve müminlerin bir vasfı olarak meşveret şöyle anlatılır;

وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ

"işleri kendi aralarında şura ile olanlar" (Şura; 42/38)

Uhud savaşında Peygamberimiz efendimiz aleyhissalatu vesselam elli kişiyi okçular tepesine yerleştirmişti. Başlarına da kumandan tayin edip, ne olursa olsun tepedeki mevzii terk etmemelerini emir etmişti. Bir içtihat yanılması diyelim, savaşın nihayetinde müşrikler dağılınca, "savaş bitti" diye tepeyi terk ettiler. Sonrasında elli dört ya da yetmiş tane sahabe şehit olmuştu. Peygamberimizin (aleyhissalatu vesselam) hakkı vardı ve çok sert konuşabilirdi. Yapmadı. Daha sonra ayeti kerime geldi;

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ

"Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış"(Âl-i İmran: 3/159) diyor. Kalbine vahiy gelen, kulağına Cebrail'in hakikatı getirdiği Rasulullah aleyhissalatu vesselama "meşveret et" diyor. Demek meşveret İslamiyet'in intişarında yanlış yapmamak için ortak akıl, düşüncede, fikirde istikamettir. Benim fikrim böyle, peki bakalım umumun fikri nasıl, herkes ne diyor? Bazen olur bir hakikat bir çocuğun, bir cahilin, bazen afaktaki birinin eliyle ikram ve ihsan edilir. Bedir'de bir sahabi, Hubab Bin Münzir(r.a) geldi, çölü çok iyi bilen bir sahabe idi. Peygamber efendimiz aleyhissalatu vesselam orduyu orada konumlandırdı. Sahabe dedi; "ya Rasulullah, sizin orduyu buraya koymanız Allah'ın emri midir" "hayır" cevabını alınca, "ya Rasulullah ben çölü iyi biliyorum, galibiyete giden yol kuyuları tutmaktır" dedi. Efendimiz aleyhissalatu vessselam o sahabenin fikrine mutabık, Bedir kuyularını tuttular. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam o sahabesinin fikri ve istidadı ile istişare etti. Tevfik, tatbik ve meşveret bu üçü ile yol yürünür ve bu yürüyüş ile devam edersen Allah'ın izni ile top gelse seni deviremez.

*Nasılki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi. Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşâallah istikbalde bitamamihi hükümferma kuvvete bedel hak ve safsataya bedel bürhan ve tab'a bedel akıl ve hevaya bedel hüda ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel temayülat-ı ukûl ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır; karn-ı evvel ve sâni ve sâlis'teki gibi ve beşinci karn'a kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlub eylemiş idi.(Muhakemat, s.37)

Burada bir ölçü verdi. Bu ölçüler asr-ı saadette yaşandı mı yaşandı. İslamiyet'in güzelliğini, hakikat-i İslamiyet'i hayatlarında fiilen teşhir ettiler mi, evet. Demek ki ona medar ölçü; her insan kendi meşrep ve mesleğinin tahakkukunu da bu dört esas üzerine kurması lazım.

Çok hakikat var ki fennin himmeti ile ortaya çıkmış bulunmakta. Adeta fen bu hakikatları şerh ediyor ve bir cihetle fenler hakikatin şerhi olmuş oluyor.. Demek istikbalde fen, hakikatı taharri eden ilimler insanların maddi ve manevi hayatlarının tahkimine kuvvet verecekler. Eskide kuvvet kimdeyse haklı oydu ve galipti. Hâlbuki İslamiyet'in ölçüsü ise haklı kim ise kuvvetli odur. Hakkı zayi etmemek esastı. Safsata, demagojiye bedel burhan öne çıkarılmalı. İnsanın fıtratında, tabında meyiller var mı? Var fakat meyillere göre değil akılla ve burhanla olmalı. Çünkü akıl Allah'ın bize lütf ettiği en ehemmiyetli, mükemmel bir terazidir, bir tartıdır. Bu tartı ile akılla tartacaksın. Meyillere göre meyillerle değil, meyillerle tarttın mı iştah girer, sevmek girer, nefret girer, haset girer, rekabet girer. Meyiller mizanı bozabilir. Heva değil Huda, metanet, garaza bedel hamiyet.

Bu nokta-i nazardan bu cümleleri düşünelim. Yani buradan yola çıkarak her insanın, Müslümanın kendini test etmesi lazım benim nasıl olmam lazım. Yani benim mesleğimi, meşrebimi, tarzımı, kendi iç dünyamı nasıl tezyin etmem, nasıl tedvir etmem lazım? Kuvvet yok hak esas olacak, demogoji yok delil, burhan, hüccet olacak. Fıtratındaki meyillere göre değil, zira fıtratta zafiyetler var mesela rütbe şöhret vb. meyillerin arkasına gittin mi, yuvarlanır gidersin. Tab değil akıl, heva değil hüda, zira heva Bektaşi gibidir seni her kılığa sokar. Taassup yok metanet, garaz yok hamiyet-i diniye, nefsin meyilleri değil, aklın temayülleri, mizanı akıl, mantık ve muhakeme, hissiyata bedel efkâr. Şimdi bunlar senin âleminde inkişaf etti mi, sen istikbale medar Kur'an'ın kemâlât ve güzelliğini hayatında teşhir ettin İnşallah. İstikbalde bu manada bi tamamiha zuhur etsin, onu da rahmet-i ilahiyeden bekliyoruz ve gözlüyoruz. Beşten on ikinci asra kadar kuvvet hakkı mağlup etmiş. İşte bakın derebeylik, saltanat, ağalık, keyfilik, tahakküm hep hakkı mağlup etmiş..

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl!

Furkan, 74

GÜNÜN HADİSİ

Yanında ana babası, ya da onlardan biri yaşlanıp da, gerekeni yaparak cennete giremeyen kimsenin burnu sürtülsün!"

Müslim

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI