SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-3

Molla Hasan’ın Medresesinde Orada 70-71 öğretim yılında Mayıs’a kadar kaldım. 71 Baharında Bingöl depremi oldu. Çok zayiat olmuştu. Mayıs ayında oldu. O yazın yine köyümüzde kaldım. Tabii rençperlik yaptım.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2021-05-22 21:21:51

Molla Hasan'ın Medresesinde

Orada 70-71 öğretim yılında Mayıs'a kadar kaldım. 71 Baharında Bingöl depremi oldu. Çok zayiat olmuştu. Mayıs ayında oldu. O yazın köyümüzde kaldım. Tabii rençperlik yaptım.

71-72 öğretim yılında köyümüzde kaldım. Orada yine Molla Zeki'de okumaya devam ettim. 72 Ekiminde tekrar Caru'ya gittim. Orada Mayıs ayına kadar kaldım. Seyda Molla Hasan Cami'nin bitişiğinde bir odayı medrese yapmıştı. Hepsi bir odaydı. Yemeğimizi orada yerdik. Caru köyünü düşündükçe sanki bir rüya görmüş gibi oluyorum. Caru köyü bizim köye göre biraz daha şehirleşmişti. Bizim köyde o zaman kadar evlerin içi serili değildi. Tahta sedirler vardı. Onların üzerinde keçeler vardı. Diğer yerler topraktı, ayakkabıyla giriyorduk. Fakat Caru'da evlerin içi de seriliydi. Bize böyle lüks gelirdi.

Bizim köyde yemekler hep katık merkezliydi. Caru'da sebze türü yemekler vardı. Bizim köyde kadınlar sürülerin peşinde dağlara giderler, süt sağarlardı. Caru'da kadınlar evlerdeydi. Köyden şehire gelmiş gibi olduk.

Oradaki medrese odamızda kontra plakla ayrılmış bir yerde banyomuzu yapardık. Suyumuzu da sobada ısıtırdık. Herşeyimiz o odadan ibaretti. 20 kadar talebeydik.

Orada ratıb usulü üzerinde yemek toplardık. Yani Molla Hasan köydeki beş mahallede durumu müsait olanlarla konuşarak, talebeler için yemek sırası koymuştu. Sırasıyla bir kaç talebe o günkü yemekleri almak için o mahallelere dağılırlardı. Her gün beş-altı evden yemek gelirdi.

Yalnız, bir ev vardı ki, zengin de değildi. Fakirdiler ama evin hanımı çok cömertti. Yemek hususunda çok da becerikliydi. Evin beyinin ismi Dursun Bayram'dı. Dursbay diyorduk. Hanımının adı da Seadet Yengeydi. Sıra ona gelince talebeler, fakiler bayram ediyorlardı. Derlerdi; "bugün Dursbay'ın evidir, bugün yemek bol.."

Çünkü o Saadet Yenge bir torbayla vermiyordu. Bir tepsiyle verirdi. Tepsinin içinde börek vardı, sarma vardı, vesaire vesaire.

Bundan yedi sekiz sene önce köye gittik. Dedim "ya, şu Dursbay yaşıyor mu?" "Yaşıyor" dediler. Saadet Teyze de hayattaydı. Onların o gün çektiğimiz fotoğrafları da var bende. Çok yaşlanmışlardı. Kendimizi tanıttık, o günleri anlattık ama bizi tanıyamadılar...

Bir de bir Mir(Bey) vardı o köyde; Necati bey. Onun evi de yemek sırasına dahildi. Ben onun evinden çok yemek getirdim. Mirler eskiden ağalardan da üstün bir konumdaymış. Bu Necati bey dindar bir insandı...

Medreseye ilk gittiğimizde önce Seyda Molla Hasan saçımızı sıfıra vurdu. Gittim böyle aynaya baktım, Allah Allah.. görüntüm beni çok etkiledi, yani üzdü beni. Bir de şalvar giyme mecburiyeti vardı. Hiç böyle şeylere alışık değildim.

İlk Ratıp toplamaya gittiğimizde bize bir de sopa vermişlerdi, köpeklerden korunmak için. Bir mahalleye gittim. Tabii orada ratıp toplanacak evleri bir talebe daha önce bana göstermişti. İlk gidiyorum..

-Utanma da var..

-Utanma var, nasıl var..Sanki herkes durmuş beni seyrediyor. O hale geldi ki, öyle gözümden düştüm, yani afedersin kendimi o köpeklerden daha aşağı görüyordum. Bitmiştim yani..

 Tabii bizi daha önce sıkı sıkıya tenbihlemişlerdi, "yolda giderken sağa, sola bakmayın. Önünüze bakın. Yolda kadınlara rastlarsanız, siz hemen durun, sırtınızı dönün. Kadınlar geçsin. Kapıyı çaldığınızda sırtınızı dönün. Size yemek verene bakmayın."

Elime çomağı aldım, mecbur gittim. Kapıyı çaldım. Böyle sanki kendimi bir hayvan gibi, hiçbir kıymeti olmayan biri olarak görüyordum. Yemek almak o kadar zoruma gitmişti.

Bir de bir gün bir köpek geldi, arkadan beni ısırdı. Eğer şalvarım olmasaydı kötü olacaktı. Ağzı şalvarımda kaldı.. Zamanla bu durumlara alıştım.

Caru'da birinci senemde Şerh-i Mugni ile Sadini okudum. Şerh-i Muğni'yi köyde biraz Seyda Molla Zeki'nin yanında okumuştum. İlk sene Seyda Molla Hasan bana ders vermedi. Daha ileride talebeler vardı. Benim dersimi Molla Fehmi isimli Bingöl'lü bir arkadaş veriyordu. O daha ileri seviye bir talebeydi ki onlara "talip" denilirdi.

-Talip ne manaya geliyor Medrese ıstılahında?

-Yani Molla Cami'ye başlamış ve daha yukarısı olan talebelere denilirdi. Sonra Sadini'ye başladım. Nereye kadar okuduğumu hatırlayamıyorum.

 72-73 yılında tekrar Caru'da kaldım. Bu sefer benim dersimi Molla Hasan veriyordu. O sırada herhalde Hal'in son kısmıyla Sadullah-ı Gevre'yi okuyordum. Sadullah-ı Gevre Molla Cami'den önce okunan bir nahiv kitabıdır. Onu seyda Molla Hasan'da okudum.

Seyda Molla Hasan çok gayretli ve ahlaken de çok güzel bir insandı. Bizim köylüydü.

73 baharında yine Caru'dan ayrıldım. O sırada ben Molla Cami'ye başlamıştım.

Seyda Åžeyh Mehdi'nin Medresesine..

Caru'dan eve geldikten sonra arkadaşlarla anlaştık, Caru medresesinden 14 kişi, bir de bizim Seyda Molla Zeki'nin oğlu, onun üvey oğlu bir de buraya gelen İsa'nın ağabeyi Molla Hıdır'ı ekledik, toplam 17 kişi Palu'dan hareket ettik, Diyarbakır'da Seyfilmülk diye bir ziyaret yeri var, Dicle nehrinin kenarındaki Seyda Şeyh Mehdi'nin medresesine gittik.

-Giderken Seyda Molla Hasan'dan izin aldınız mı?

-Tabii aldık. Şeyh Mehdi zaten onun Seydasıydı, şeyhiydi de aynı zamanda..Şeyh Mehdi de Şeyh Seyda Cezeri'nin halifesi..

Şeyh Mehdi bizi görünce sevindi. Müridleri geldiğinde bizi onlara takdim ederken; "bunlar Zaza fakiler" derdi. O biliyordu ki, Zazalar itaatkardırlar. Onu ziyarete gelen Diyarbakırlılar bize takılırlardı; Zazaların Şeyh Said hadisesinde söyledikleri bir söz var; "Prodo Paşa Çino" yani; "vurun! Paşa yok" onlar bize öyle takılırlardı; "bunlar zaza talebeler mi? "Prodo Paşa Çino"

Şeyh Said Hadisesinde isyan edenler genelde Zazadır. Dini taassupları da olduğu için..

-Şeyh Said de Zaza mı Seydam?

-Zazaca bilirdi ama Zaza değildi. Kürttü. Aslı Diyarbakır'dan gelmiş.

-Hınıs'lı?

-Yook Palulu..Hınıs'a onlar sonradan gitmiş. Onun babası Şeyh Mahmud Feyzi''yi, babası Şeyh Ali Septi Hınıs'a irşad için göndermiş.

-Yani Åžeyh Said efendi Åžeyh Ali Septi'nin torunu oluyor.

-Evet torunu oluyor. Onlar Palu'ya Diyarbakır, Bismil'den Seyyid Kasım'ın ailesinden. Şeyh Ali Septi Diyarbakır Ulu Camiide imamlık yapmış, müderrislik yapmış. Paludakiler evlerinde Türkçe konuşuyorlardı ama Zazaca ve Kürtçeyi biliyorlardı..

-Konumuza dönersek, bizimle şakalaşıyorlardı diyordunuz..

-Evet onlar bizi biraz mutaasıp görüyorlardı..Ama Şeyh Mehdi bizleri çok seviyordu. Çünkü bir kere Zaza talebelerden hiçbiri şapka giymiyordu. Aramızda sadece bizden yaşça büyük Molla Hacı adlı arkadaşımızın garip bir şapkası vardı. Onu da biz yırttık mı ne yaptık.

O zaman talebeler arasına bir Kürtçülük fikri de girmişti. Bizde o fikir yoktu. O Kürtçü fikri taşıyan talebeler Seydalarına bununla ilgili şeyler soruyorlardı. Seydalar da bundan rahatsız oluyordu. Biz öyle değildik.

Üçüncü olarak sadakat vardı bizde.. İtaat vardı..

Seyda bizi çok seviyordu ama aynı zamanda çok çalıştırıyordu..

-Derse mi?

-Derste de, ameli çalışmalarda da. Medrese üç kısımdan oluşuyordu, bir tarafı medrese, diğer tarafı cami, bir yanı da onun diş atölyesi idi. Seyda aynı zamanda dişçiydi. İstanbul'da mı nerede öğrenmişti dişçiliği..Diş çekmezdi ama takım yapardı. İki tane çırağı vardı.

Seydanın o havalide epey müridi de vardı. Medresemiz köyde değildi. Dicle nehrinin kenarındaydı. Birisi ona tarlasını vakfetmişti. Seyfülmülük denilen bir ziyaretgah var, tam Dicle nehrinin kenarında.

-Seydam, o sırada Diyarbakır'da bulunan merhum Mehmed Kayalar'ı duymuş muydunuz?

-Biz o zaman Mehmed Kayalar'ı bilmiyorduk.

Diyarbakır tarih yüklü. Biz tabii o zaman meraklı değiliz, bizim umurumuzda değildi. Her taraf taş camii, binalar, kaleleler...Çok köklü bir şehir Diyarbakır.. Herhalde Türkiye'de İstanbul'dan başka hiçbir yerde o kadar tarihi eser yoktur. Acayip tarihi bir yer...Tabii o zamanlar bizim hiç ilgimizi çekmiyordu..Genciz..

Seyda o Seyfülmülk ziyaretinin hepsinin çevresini betondan yapılan biriket var ya, kapatmak istedi. Biz de bu işte talebeler olarak çalıştık. Molla Hacı ustaydı, bir de Mahmud hoca vardı, o da ustaydı. Bizler de işçiydik. O duvarları yaptık..

Sonra Seyda tam camiin önüde bir tuvalet yapmak istedi. Kanalizasyon gerekirdi..O, malzemeyi getirdi. Kazması da bize kaldı. Biz talebeler yazın sıcağında orayı kazdık. Talebe arkadaşlarımızdan Molla İbrahim vardı. Kendisi Seyda Molla Hasan'ın oğluydu. O bu tip çalışmaya, zorluklara tahammüllü değildi. "Ben vallahi burada okumam, açız" dedi. Bir gün Seydadan habersiz medreseden kaçtı.

Bir başka gün arkadaşım Molla Atik geldi. Bizim o medreseye gelmemize vesile olan Molla Hacı'ya dedi ki; "Molla Hacı! Sen bize "biz okumaya gidiyoruz" dedin. Sen demedin ki "biz çalışmaya gidiyoruz." Deseydin, biz çalışma elbiselerimizi getirirdik."

Velhasıl, Molla Atik de kaçtı..Bizim Çan şeyhlerinin ailesinden Bahaddin vardı, o da kaçtı.

Seydanın bize verdiği yemek bize az geliyordu. Seydanın yanında bir hizmetli kadın vardı. Yemeği o yapıyordu. Ben şimdi hayıflanıyorum, Niçin biz seydaya "bu yemek bize yetmiyor" demedik.

Bir gün merak ettik. Seyda'nın evi acaba nasıl? Koskoca şeyhtir, bu kadar geleni, gideni var. Baktık ki yerde bir kilim, etrafında bir divan ve yastıklar. Bir de mutfakta bir kaç kap kacak var, başka bir şey yok.

-Seyda'nın yanında ne okumuştunuz?

 -Seyda bir tek teberrüken Molla Câmi'den bana bir ders verdi. Benim derslerimi Molla Hacı verirdi. Seyda ise sadece Molla Hacı'nın ve Molla Hüseyin'in derslerini verirdi.

Bir yemeklere doyamıyorduk. İkincisi, biz Serhat insanıydık, orada ovada kırk kırkbeş derece sıcaklığa dayanamıyorduk. Bir de sivrisinek vardı. Oranın karasinekleri de insanı çok kötü ısırıyordu. Yani bu sebebler üst üste gelince orası bize yazın zindan gibi olmuştu.

Bir de mahsul zamanı geldi. Diyarbakır'da mahsul çok; buğday, arpa. Diyarbakır'da bir adet var; Diyarbakır halkı çok hayırsever. Her köyün harman yerleri olur. Patoslar o zaman çıkmıştı. Adam buğdayını köyün yakınına getiriyor, orada patoslara vuruyorlar. Samanını ayırıyorlar ve orada büyük büyük buğday yığınları oluşuyor.

 Şimdi Diyarbakır'da belki o zaman gayri resmi yüzlerce medreseler vardı. Yazın Seydalar talebelerini o harman yerlerine gönderiyorlar, o insanlar zekatlarını veriyorlar, o da talebelere harçlık oluyordu.

Seyda bizi çağırdı, bizi gruplara ayırdı; bir gurup Karacadağ tarafına, bir gurup Bismil, Silvan tarafına, bir gurup Çınar tarafına vs. diye. Bizi Çınar ilçesi tarafına gönderdi. Biz Molla Atik ile Seyda'nın yanına gittik. Dedik ki; "Seyda, müsaade edersen, biz gitmeyeceğiz."Seyda kızdı; "kibirli insanlar..siz kibirlisiniz. Mecbur gideceksiniz" dedi. Bize bir bez çuval verdi, yanımıza da iki tane Diyarbakırlı çocuğu yoldaş etti. Ve bir liste yazdı.Listede gideceğimiz köyün isimleri ve hangi adama gideceğimiz yazılıydı."Bize gideceğimiz istikameti tarif ettiler.

Soyunduk, Dicle nehrini yayan olarak geçtik. Karşıdan Diyarbakır Mardin yolu geçiyordu. Yolda bir taksiye el kaldırdık. Taksi bizi aldı. Çınar'da bizi indirdi. Listeye baktık, "Buraya en yakın köy hangisi" diye sorduk. Birisi; "yakın, bir kilometre ya var, ya yok" dedi. İsteksiz isteksiz o yola yayan revan olduk. Baktık ileride bir âmâ var, birisi de onun elinden tutmuş, onlar da zekata gidiyorlar. Onlar bizi görünce hızlandılar.

Yürüdük gittik, tam köyün girişinde harman yeri var.. Ben Molla Atik'e dedim; "sen bu çuvalı al, başa geç." "Valla ben geçmem, sen yaşça benden büyüksün, sen geçersin" dedi. Diyarbakırlı talebeler yaşça zaten bizden küçüktüler. Ben de çok utandım, ya dizlerimiz titriyor, utançtan terledik. Valla utancımızdan o harman yerine giremedik. Böylece ilk köyü atladık.

Ikinci köyde yol üzerindeydi. Yürüyerek oraya gittik. Bu sefer mecburen ben elimde çuvalla öne geçtim. Bu köyde bizi karşıladılar, anladılar bizim talebe olduğumuzu. Aradağımız adamın adı Hacı Ali idi. Onu sorduk. O o sırada başka bir köydeymiş. Üzüldük. O sırada bir adam elimizdeki çuvalı aldı, harman sahiplerini dolaşmaya başladı. Bizi orada bir yere oturttular. "Bu fakiler yorulmuştur, hele bir ayran getirin" dediler. Bize bir saygı gösterdiler. Bir de herkes biliyor, talebe buğdayı alıp nereye götürecek? Buğdayı talebeye veriyor, sonra talebeden aynı buğdayı satın alıyor. Adam geldi, bize altmış lira getirdi. O zaman altmış lira epey para.. Dediler; "bakın bu arka tarafta birisi buğday boşaltıyor, oraya da gidin" dedi. Biz de altmış lirayı görünce cesaretlendik. Selam vardık, selamımızı aldılar. Bundan başka da kimse bize ne bir şey sordu, ne bir şey dedi. Bizi bir ter bastı. Utandık, yallah ayrıldık..

 Geldik yola.. O Hacı Ali'nin bulunduğu Havsel köyünü sorduk; "Dolmuşa binersiniz, Havsel'de inersiniz" dediler. Dolmuşa bindiğimizde arkamızda oturan bir hanım, şöföre Kürtçe dedi ki; "bunlar fakidir, bunların parasını alma, ben veririm." Ben şimdi o kadına dua ediyorum; "Ya Rabbi o kadına azap etme." Kadın adam başı 2.5 liradan dört kişinin parasını verdi. Demek epey yol gitmişiz. Havsel'de indik. Harmandakilere Hacı Ali'yi sorduk. Onun orada olmadığını söylediler. Hemen onlar da çuvalımız aldılar, dolaşmaya başladılar. 25-30 lira bir para takdim ettiler.

Oradan da ayrıldık, yola geldik. Yine aynı dolmuş geldi. Bizden adam başı 2.5 lira aldılar. Sergelyan köyünde indik. Orada bize ismi verilen zatın ismi de Hacı Ali idi. Hacı Ali aldı bizi, harman yerine götürdü. Onlar da bizim torbamızı alıp götürdüler, 25 lira mı ne getirdiler. Akşam oldu, biz Hacı Ali'de kaldık. Hacı Ali evinde en tatlı, en güzel yemeği ne varsa bize ikram etti. O gece orada yattık, sabahleyin kalktık.

Oradan ayrıldık, listedeki köyler daha güneye düşüyordu. "Gidemeyiz, edemeyiz" diye listedeki diğer köylere gitmedik. Yakın bir köye gittik. Baktık ki o köyle komşu bir köy arasında kavga çıkmış, mavzerler konuşuyor. Biraz sonra o köye yakın bir yerde oturan seyda Molla Muhammed oraya geldi. Gördük ki, Seyda Molla Muhammed o tüfekli adamları tokatlıyor, kimse gık çıkaramıyor. Seyda o kavgayı bitirdi, sonra köylüler harman yerine götürdü. Orada da 20 lira toplandı. Akşam oldu. Kendi aramızda dedik ki; "o medrese olan köye dönelim, akşam orada kalır, sabah da medresemize döneriz."

Gece orada kaldık..Sabahleyin yine yürüyerek Dicle nehrine geçtik. Yine sığ kesimlerden yürüye yürüye karşıya geçtik. Kara treni bekledik. Tren geldi, bindik.

Bizim bulunduğumuz köye yakın bir köyde durak vardı. Orada indik. İki köy arası yarım saatlik mesafe.. yürümeye başladık. O zaman farkettik ki, Seydanın çuvalını trende unutmuşuz. Bereket köye geldik..Seyda bizi ne çağırdı, ne bizi sorguladı..Topladığımız parayı dörde bölüp aramızda paylaştık.

-Seydam medreseden ayrılmanız nasıl oldu?

-Baktık Seyda ayrılmamıza razı değil. O sıralarda da domatesler çıkmış, çevre köylerden domates getiriyoruz. Medreseye domates doldurduk, habire domates yiyoruz. O zaman anlamıyorduk. Meğer o asitli domates benim mideyi perişan etmiş. Bir gün beni bir sancı tuttu. Öyle bir sancı ki, nerdeyse öleceğim. Ertesi gün de yine midem bir sancı tuttu ki, artık ben Azrail'i bekliyorum.

Molla Hacıya dedim ki; "ben gideceğim, neye mal olursa olsun, burada kalmayacağım. Ölüyorum. Bari gidip evde öleyim."

Bunun üzerine ne yapacağımızı düşündük. Molla Hacı o sırada nişanlıydı, Molla Hasan'ın kızıyla evlenecekti. Ona köyden bir mektup gelmişti. Zarfı atmamış. Bana dedi ki; "O zaman köyden Seyda'ya gönderilmiş bir mektup uyduralım. Bende zarf var."

Gizlice bir yere çekildik. Molla Hacının babasının dilinden hem onun hem de benim köye gelmemizi, yapacak işlerimiz olduğunu bildiren bir mektup yazdık. Zarfa koyduk.

Seyda geldi. Molla Hacı gitti, dersini okudu. Ben onu takip ediyorum. Molla Hacı kendisini çok üzgün bir hale soktu. Seydaya üzgün bir şekilde köyden gelen mektubu uzattı. Seyda mektubu okudu. Çok üzüldü. Molla Hacı ile biraz konuştular. Molla Hacı dedi ki; "ben mecbur gitmem lazım." Seyda üzüldü.üzüldü..Kalktı..Gözleri de yaşardı..Kalktı evine gitti. Tabii biz gidince bütün talebeler de gitmesi gerekecek. Çünkü onları biz 0kutuyoruz. Onun için talebeler de çok sevindiler, hepsi gitmek istiyordu..

Seyda gidince o talebeler de sevinçten bir tezahürata başladılar. Biz dedik; "yarın gideceğiz." Talebeler dediler; "bu gece bitmez. Biz bugün gideceğiz." Yok falan dedikse de, dinletemedik. Bunun üzerine Seydanın evine bir elçi gönderdik. O gün gitmek istediğimizi belittik. Seydaya çok ayıp oldu. Üzgün bir şekilde; "Tamam..Giderlerse gitsinler" demiş.

 Hemen çantaları hazırladık. Seydaya vedalaşmak için birini gönderdik. Seyda geldi, perişan..Ağladı..ağladı..ağladı..

Sonra birisine "ezan oku" dedi. Bir talebe ezan okudu. Seydanın elini öptük. Seyda ağlıyor. Bizimle vedalaştı.. ağlaya ağlaya eve gitti.

Bizim de seydanın ağlaması filan umurumuzda değil. Hemen Dicle nehrine yöneldik. Soyunduk. Küçüklerin ellerinden tutarak karşıya geçtik. El kaldırdık. Üç tane ticari taksiyle tren istasyonua geldik. Elazığ trenine bindik. Gece vakti Elazığ tren istasyonuna geldik. Taksilerle bir otele gittik. Gece otelde kaldık. Sabahleyin yola geldik. Bingöl arabalarına bindik. Bingöl'e varmadan Yolçatı diye bir köy var. Orada bizim Sancak yolu ayrılıyor. Oradan Sancak arabalarına bindik. Sancaktan da köye, oradan da yaylaya yürüyerek vardık. Böylece bizim Diyarbakır maceramız noktalanmış oldu..

-Seyda Mehdi Efendi'yi daha sonra görebildiniz mi?

-Hayır bir daha göremedim.

Molla Sabri Efendi'nin yanında 

Bir de 1974'ün Mayıs ayının sonlarına doğru Bir kaç arkadaşla beraber Batman'ın Kozluk ilçesine Seyda Molla Sabri efendi'nin yanına gittik. Molla Sabri Efendi o zamanlar büyük seydalardan birisiydi. Merhum Şeyh Muhammed Arapkendi'nin müridi idi. Kendisi çok muhterem bir seydaydı. Minare gibi boyu vardı. Sakalı uzun, beyaz, temiz idi. Çok mübarek bir insandı.

Bize eski Nusaybin müftüsü Molla Hasib efendi'nin eski evini medrese olarak vermişlerdi. Biz Seyda'nın imam olarak görev yaptığı camiye ders okumaya gider, sonra medresemize dönerdik. Biz sadece beş kişiydik; Ben, Molla Atik, Molla Ekrem, Molla Mehmed Emin, Molla Hıdır...

Molla Atik'le ben büyüktük, diğerleri küçüktü. Yani Molla Atikle ben taliptik. O sırada iyi hatırlıyorum, Mantık ilmine dair Muhyiddin adlı eseri okuyorduk. Seyda bunun dışında bir de tefsirden bize ders veriyordu...

Üç küçük talebe mahalleden ratıp(günlük yemek) topluyordu. Biz talipler yemek için çıkmıyorduk. Durumumuz çok güzeldi, yerimiz çok iyiydi. Seydamızı seviyorduk. Seydamız da bizi çok seviyordu. Niye seviyordu? Seydaya çok itaatkar idik. Zaman zaman bakardık ki, seyda medresemize geliyordu. Çay yapıyorduk, çayı içiyor, dersimizi dinliyor, gidiyordu. Biz onun hoşuna gitmiştik. Ondan izinsiz bir şey yapmıyor, bir yere ayrılmıyorduk. Ne derse onu yapıyorduk. Şapka giymiyorduk, modernist değildik, Kürtçü değildik. Ondan dolayı Seyda bizi çok seviyordu. Durumumuzdan çok hoşnuttuk.

Fakat Molla Atik hastalandı. Bağırsak enfoksiyonu geçirdi. Baktım çok rahatsız..Ben onu alıp köyümüze götürdüm. Geri dönecektim. Bizden sonra o üç talebe köye geldiler. Bize dediler ki; "Hacı Şerif bize kızdı, bizi kovdu" dediler. Hacı Şerif o medreseden sorumluydu. Meğer kendileri kalmak istememiş, peşimizden gelmişler..

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

serkan çakır, 2021-05-23 13:06:21

Allah u teala seyda zahid efendiye sıhhat ve afiyet hayırlı uzun ömür versin ilim yolunda ne zahmet çekilmiş burada şuda anlaşılıyor ki ilim talebesine destek mühim bir mesele izzetini düşürmemek daha da önemli .

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.

Cum'a, 8

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.

Tirmizi, Savm 82, (807); İbnu Mace, Sıyam 45, (1746)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI