ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-5

ÜSTADI ZİYARET Hocam eserlerden okudukça etkileniyor ve Üstadı ziyaret arzu ediyor. Vefat hastalığı sırasında bir gün nöbetçi olarak yanında refakat ediyordum. Konuşabilecek durumdaydı.. “Hocam, Üstadı ziyaretinizi hatırlıyor musunuz” diye sordum.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2021-10-15 00:33:12

ÜSTADI ZİYARET 

Hocam eserlerden okudukça etkileniyor ve Üstadı ziyaret arzu ediyor. Vefat hastalığı sırasında bir gün nöbetçi olarak yanında refakat ediyordum. Konuşabilecek durumdaydı..

"Hocam, Üstadı ziyaretinizi hatırlıyor musunuz" diye sordum.

"Allah Allah, O anlar nasıl unutulur" diye cevap verdi.

"Nasıl olmuştu" dedim. Dedi ki; " Yanımda okuyan bir talebemle birlikte Trabzon - Samsun - Ankara güzergâhından Isparta'ya gitmek üzere otobüse bindik.

"Isparta'ya gitmeden Ankara'ya uğramıştım. Orada Samanpazarında risaleler basılıyordu. Dershanedeki ağabeyler, Üstada ulaştırmak üzere Risale formaları verdiler; "Sözler'in yeni çıkan şu formasını Üstad'ımıza verin. Zira her yeni forma Üstad'ın tashihinden geçiyor. Ayrıca bunu götürmekle hem bir hizmet etmiş olursunuz, hem de Üstad sizi memnuniyetle kabul eder" dediler.

Isparta'ya gittiğimizde ziyaret esnasında formayla beraber bir de mektup verdim. Mektubu yolda yazmıştım. Görüştüğümüzde, heyacanlanıp sıkılarak, huzurunda bir şey konuşamam endişesiyle Üstad'a bu mektubu yazmış ve kendisinden Risale-i Nur'u anlama ve son nefesime kadar ona ihlâs ve sadakatla hizmet etme hususunda dua istirhamında bulunmuştum. 

Mektubu açıp üstada okudular. Üstad iki eliyle başımı tuttu(hocam da bunu anlatırken iki eliyle benim başımı tuttu) çekti, alnımdan öptü. 

Sordum; "hocam, Üstaddan Risale-i Nur'u anlama ve anlatma hususunda dua etmesini rica etmişsiniz."

Hocam dedi ki; "onu mektupta yazmıştım. Yanında söyleyemezdim. Üstadın ağırlığı insanı basıyordu."

Ben şunu çok samimi olarak söyleyeyim; hocam kadar Üstada ve Risale-i Nur'a meftun ben ikinci bir adam olduğunu zannetmiyorum yani. Ben bugün size, yarın ahirette şahid olarak söylüyorum ki, dünyayı bir tarafa koy, üstadı bir tarafa koy..Üstadı öyle seven bir zat..

Not: Hocamız bir derste şöyle anlatıyor; "Bir yerde görmüştüm. Üstad diyor ki; "Ya Rabbi, Sen benim sesimi bana beğendirme" Düşünüyordum, acaba bu ne demek diye. Bir gün merhum Tahiri Mutlu ağabeye bunu sordum. Dedim; "Tahiri ağabey, Üstad "benim sesimi bana beğendirme" diyor. Dedi ki; "Ahi!(O, ahi(kardeş) diye hitap ederdi) Sen ne konuşuyorsun?; Onun sesinde olan tesir bambaşkaydı. Biz Denizli hapishanesine girdik. Üstadı ayrı bir koğuşa koydular. Büyük bir koğuşta, yalnız, soba yok. Mevsim kış..Arkadaşları yatırırdım, ben kalkar giderdim, kulağımı verirdim, Üstad evrad okurdu ya. Artık o ses bambaşkaydı.."

Bunu merhum Ali Çavuş'tan da dinledim. Kendisi bize Erek dağını gezdirdi. Orada bir yeri gösterdi. "Hocam, geçmişte burada bir ceviz ağacı vardı. Üstad gece o ağaçta istirahat eder, biz de talebe arkadaşlarla ağacın dibinde uyurduk. O yatma zamanını iple çekiyorduk. Üstad yukarıda evradu ezkarını okuyordu, biz de onun sesiyle mest olurduk. Ne uykumuz gelirdi, ne bir şey."

Bir başka derste de şunları anlatmaktadır; "1952 olabilir Van'a gittim ben. Üstad sağ o zaman. Zübeyir ağabey bana bir mektup yazmıştı; "Hocam, Üstad bana diyor ki, "daha ben oralarla bir daha gidemem. Sen benim bedelime o eski vatanımı bir gez." Ben de hastayım, sen benim bedelime oraları bir gez, dolaş" demişti.

Van'da nur talebelerinden Kuralkanlar ailesine misafir oldum. Kuralkanların dükkânının karşısında bir çay bahçesi vardı. Büyük bardaklarla çay getirirlerdi. Hep ihtiyar adamlar, ben o zaman gencim. "Bana da hepsi "Seyda'nın talebesi" diye hürmet ediyorlardı. Baktım bunların hiçbiri Risale-i Nur'u bilmiyor, Risale-i Nur'dan haberleri yok. "Acaba bunlar Üstada neden hayranlar" diye düşündüm.

O ihtiyarlara dedim ki; "Sizin Üstaddan bu memnuniyetiniz nedendir?"

Bir ihtiyar "Aman efendi, ne söylüyorsun? Hayatımızı ona borçluyuz" dedi.

"Nasıl" dedim, "Şeyh Said isyanına karışacaktık, o bizi ikaz etti. Sonra daha evvel de Ermenilerin zulmünden bizi o korudu" dedi. (Salih Okur)

Not: Hocamız yine bir dersinde şöyle demektedir; " Üstadı 1926'da Barla'ya sürgün ettiler. Barla'ya o zaman vasıtayla gidilemezdi, atla veya katırla. Biz de ilk ziyaretimizde öyle yaptık. Kimseyle görüşmesin, unutulsun gitsin isteniyordu. İşte o Barla Üstada bir kürsi oldu. Bir kurşun kalemi eline aldı, bu eserleri yazdı orada.

Üstadın Barla'ya ilk getirildiği günü rahmetli Sıddık Süleyman ağabey bana şöyle anlatmıştı; "Bir gün öğle namazına yarım saat var, yağmur yağmış, hafif serpiştiriyor. Kapıda oturmuştum, öğle namazına gideceğiz.

Baktım nahiye müdürü önde, arkasında acip kıyafetli bir zat, onun arkasında karakol kumandanı geliyorlar. Nahiye müdürü imama dedi ki; "Bu hocaefendi bizim misafirimiz. Bu zat diyor ki; "burada medrese varsa ben orada kalırım, başka yerde kalmam. İmam dedi ki; "Müdür bey, medresenin kapandığı çok oldu. Orası şimdi, rutubetlidir, kullanılamaz." Üstad dedi ki; "Bir açın bakalım, ben bir bakayım." Açmışlar. Üstad dedi ki; "ben burada kalacağım."

Sıddık Süleyman ağabeyin anlattığına göre müdür imama diyor ki; "bakkala filan söyle, buna kağıt-kalem satmasınlar." İmam diyor ki; "Müdür bey yahu bu ihtiyar bir adam. Bunun neyinden korkuyorsunuz." Düşman iyi anlamış Üstadı, çok iyi anlamış. Ama inayet-i ilahiye yardım etti, bu hizmeti bir kurşun kalemle başlattı." (Salih Okur)

ERZURUM'DAKİ İLK NUR DERSHANESİ 

1950'lerde Erzurum'da bir kaç tane nur talebesi var ve kaçak göçek bir medreseleri de mevcut. Hocam diyor ki; "bir göz bir bina. Kiralıktı. Sobayı, borularını zar zor etraftan bulup getirmiştik. Sobayı yaktığımızda bir müddet dumandan dolayı odadan çıkmak gerekirdi. Baca çeksin de, içeride oturabilelim."

Bir gün İbrahim Arı diye yaşlı bir zat hocamı ziyaret ediyor. Hocama diyor ki; "Ben Üstadı ziyarete gittim. Üstad sizden bahsetti. Ben de tanımayınca, çok utandım. Bundan sonra ben de derslere gidip geleyim" diyor.

İbrahim amca medresenin o mütevazi halini de görüyor. Kendisi de Taş Mağazalarda esnaf.Durumu da iyi. Hemen gidiyor, hemen yeni bir soba, borular, kömür ve bir de kilim getiriyor. "O zaman bu durum bize çok lüks gelmişti" diyor hocam. Yani Arı ailesini Risale-i Nur'a kazandıran hocam değil bizzat Üstad.

Hocamın müftülerle arası iyi olduğu için önce Darağaç camiinde, sonra Kurşunlu Caminin eski medreselerinde Arabi ilimleri okutmayı ve sohbetleri sürdürürken, diğer yandan Şercil Polat abilerle Risale-i Nur derslerine devam ediyor.

Not: Hocamız bir dersinde o günlere ait şöyle bir hatırasını anlatmaktadır; "Burada Taşmağazaların üstünden Şafiiler mescidi var, merdivenle çıkılıyor. Oranın imamı bizim akraba idi. Ben sabah namazında oraya gidiyor, benden Arapça ders alan talebeleri orada okutuyordum. Bir gün yine oraya giderken karanlıkta karşıma beyaz elbiseli çok babayiğit bir adam çıktı. Beni bir sıktı, dedi ki; "bana bir sadaka ver." O zaman da sarı 25 kuruşlar vardı. Ekmeğin teki 12.5 kuruştu. Benim de yanında sadece bir sarı yirmi beş kuruşum var. Korktum, çıkardım onu ona verdim. Adam hiçbir şey demeden çekti gitti.

Neyse dersi okuduk, saat sekiz oldu. Bizim ev o zaman Gül Ahmet'deydi. Eve gelir kahvaltımı yapar, tekrar medreseye dönerdim. Orada merdivenlerden iniyordum, baktım ileride bir askeri cemse var, onu geçeyim derken hızlıca koşuyordum ki bir askeri cip beni itti, geçti. Bir arabaya baktım, bir kendime.. "Sadaka belayı def eder, ömrü ziyadeleştirir." (Mecmaü'z-Zevaid, III/63) 

Not:2: Hocamız bir derste o günleri şöyle anlatır; "Üstad "Risale-i Nurları etrafa okuyun, anlatın, dağıtın" diye haber göndermişti. Etrafımızda kimse yoktu. Kime gitsek karşı çıkıyor; "bu ne? Yeni bir mezhep mi, din mi, tarikat mı" diye hücumlar ediyorlardı. Neler gördük neler..

"Hele bir okuyalım, bir dinleyin, bir anlayın" diyoruz, kabul etmiyorlardı. Çok zorluklar çektik. Ta 55'lere ve daha da ilerilere kadar üç beş kişiyi geçemedik yani. Beş on kişiden ibaret kaldık.

Üstada mektup yoluyla dedim ki; "Üstadım, bizim elimizden kimse bu Risale-i Nurları almıyor, beceremiyoruz." Üstad cevab gönderdi; "Bir şehirde bir talebe parmakla gösterilse ki "bu nur talebesidir", o memleket benimdir."

Bu cevapla bir daha aşka, şevke geldik. "Ula biz bir kişi değil, beş altı kişiyiz." En akıllımız Şercil ağabey. Hani Nasreddin Hocaya sormuşlar, "senin en akıllı oğlun hangisi?" Demiş; "en akıllı oğlum değirmene yoğurt dökmeye gitti." Bizim de en akıllımız Şercil ağabey. Ne yapalım diye düşündük, dedi ki; "Ya, Mevlüt bahanesiyle milleti toplayalım da Risale okuyalım." Mevlit deyince insanlar geliyordu ama derste uyuyorlar, hiç dinlemiyorlar, çaylarını içip gidiyorlardı. Bu durumdan öyle rahatsız oluyorduk ki..

Mukaddes bir gündü, Mirac gecesi miydi neydi? O zaman Allah rahmet eylesin Kamil Sirkeci bey vardı. O da o zamanlar Risale-i Nurları tanımıştı. Onun da bizlere çok yardımı oldu.

O gece için de dedik ki; "Milleti yine mevlid diye toplayalım da Risale-i Nur okuyalım." Bölgedeki çeşitli camilere dağıldık, camiden çıkanları geceyi kutlamaya davet ettik. Terzi Lütfü Efendi: "Ben de Kadana Camii'ne gideyim." dedi ve yatsı namazına Kadana Camiine gitti. Cemaat içerisinde bir de binbaşı varmış. Lütfü Efendi namazdan çıkarken onu da davet etmiş. Binbaşı ile birlikte derse geldiler. Resmî elbisesi üzerindeydi.

Kamil efendi o gün hamamı paydos etmiş, içerisine sergiler sermiş, ders için hazırlamıştı. Her yer tıklım tıklım doldu. Şimdi bizden Mevlid bekliyorlar. Allah selamet versin Vahdettin Hızıroğlu'nun eline kitabı verdim, 11. Lem'ayı (Sünnet-i Seniyye Risalesi) orada Mevlid diye okuduk. Millet öyle bir aşka geldi ki.. onlar aşka geldikçe biz de seviniyoruz..

Lütfü Efendi, binbaşıyı uğurlarken dersi nasıl bulduğunu sormuş. Binbaşı da:

"Efendi, Allah senden razı olsun. İçimde öyle bir zevk var ki, bu zevki sana anlatamam. Nasıl sünneti anlatmak bu? Nasıl Peygamberi anlatmak. İlk defa kulaklarım duydu. Peygamberi peygamber olarak bilirdim ama bir de anlamak lazım. Burada Peygamberimi anladım. Sünnet nedir onun değerini anladım. İçimde öyle bir zevk var ki, sabah tabura gittiğimde, taburdaki arkadaşlar bunu bilseler, beni keser, bu zevki içimden alırlar. "(Salih Okur)

ERZURUM ÜNİVERSİTESİNİN AÇILMASI

Demokrat Partinin son senelerinde Van'da bir Üniversite açılması gündeme geliyor. Vanlılar bu üniversitenin Van'da açılmaması için kamuoyu oluşturuyorlar, siyasi baskı yapıyorlar, bunun üzerine de hükümet, merkezi Erzurum'a kaydırıyor.

Erzurumlular da "Üniversite gelirse kampüs olacak, kampüste bayan erkek karışık olacak, şehrimizin ahlakı bozulacak" diye aleyhte kamuoyu oluşturmaya başlıyorlar.

Hocam diyor ki; "biz de gücümüzün yettiğince aleyhte kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Milletvekillerine ulaşmaya çalışıyoruz. O arada Şercil ağabey ile aklımıza geldi ki, "bu Üniversitenin burada açılmaması için Üstad'dan dua isteyelim" diye Üstada bir mektup yazmaya karar verdik. Biz mektubu yazdık. Üstad'dan cevap geldi; "aman aman ora benim Üniversitem olacak." Biz bu cevaba hem şaşırdık, hem de öyle sevindik ki, bu sefer üniversite kurulsun diye kamuoyu oluşturmaya başladık." Hocam bazen bu meseleyi anlatırken derdi ki; "hele bizim ufkumuza bak, hele Üstadın ufkuna bak." 

Üniversite kurulunca, biz Üstadın sözlerinden heveslenerek bir teksir makinası aldık.Gençler için risalelerden imani bahisleri toplayarak, teksir makinası ile çoğalttık. Bir fayton kiraladık, Şercil ağabeye verdik. Şercil ağabey üniversitenin kapısında bu teksirleri öğrencilere dağıtmaya başladı. Tabii hemen tutuklandı.

Bunun üzerine bunun öyle hemen olmayacağını, zamanı zemini olduğunu düşünerek, üniversite talebelerinin gelebileceği bir dershane açmaya karar verdik."

Not: Merhum Hocamız bir derste şöyle diyor; "Altmışlı yıllardı. Buradaki üniversitede Marksist zihniyet hâkimdi. Üniversitedeki talebeler de bizim medresenin yerini öğrenmişlerdi. Ara sıra "size sorularımız var" diye haber gönderiyorlardı. Biz de "buyurun gelin" diyorduk.

Bir gün öğle namazına yakın bir grup üniversite talebesi geldiler. Ellerinde yazdıkları sorular vardı. Onlara dedim ki, "siz oturun çayınızı için. Biz namaz kılacağız. Siz namaz kılmamaktan dolayı rahatsız olmayın. Namazdan sonra suallerinizi sorarsınız" dedim. Havayı yumuşatmak için de "bilirsek cevap veririz. Bilmezsek de, siz bilmeyince ayıp olmuyor da, biz de bilmezsek ayıp olmaz" dedim.

Namaz kıldık. Dedim, "bizim bir âdetimiz var. Namazdan sonra ufak bir ders okuruz. Siz çaylarınıza devam edin, dersten sonra sorularınızı cevaplarız" dedim. Burayı(33. Söz) Vahdettin Hızıroğlu'na okuttum, izah ettim. Dedim ki, "benzemeyenler sadece insanlar mı? Hayvanlara bakın tıpatıp birbirine uymuyor. Ağaçlar öyle, yapraklar öyle. Bu nasıl bir ilmin neticesi" filan diye izah ediyorum.

Dersi bitirdikten sonra "sorun bakalım sorularınızı" dedim. "Sorumuz yok" dediler. Israr ettim, "biz hep cevaplarımızı bu dersle aldık" dediler.

Hocamız bir başka dersinde de üniversite ile alakalı şunları anlatıyor; "Bir zamanlar Kurşunlu Camii imamı rahmetli İnam Hocanın arkasında Cuma namazını kılar, benim orada Arapça okuttuğum talebelerin medresesinde Risale dersi okurduk. O Camiye de her Cuma bir profesör geliyordu. Dediler ki; "bu profesör namazlarını kılıyor." Öyle sevindik ki. O yıllarda Üniversitede bir profesörün namaz kılması çok büyük bir şeydi.

" İsmi nedir" dedik, "Lütfü Ülkümen, kendisi Ziraat Fakültesinde hoca" dediler. Bizim bu Necati Yıldız beylerin filan hocaları.

Bir gün yine biz oturmuş ders okuyorduk. Bir arkadaş okuyor, ben de izah ediyordum, 5-10 kişi vardık. Birden kapı açıldı, Lütfü bey, lenger gibi bir şapkayla içeri girdi. Rengim kaçtı, "Eyvah, gördü bizi" dedim. Hiç müsaade istemeden içeri adımını attı, kapıyı örttü, geldi oturdu.

Böyle baktım, içimden "ne olursa olsun, dersimizi okuyalım" dedim. Dersi okuduk. Dersin sonunda Fatiha çekince o da ellerini açtı, Fatiha'yı okudu. Ellerini yüzüne sürdü. Başını sallayarak "anladım" dedi. "Ehh ne anladın" dedik. "Anladım, anladım" dedi. Kalbim küt küt vuruyor. "Beyefendi ne anladın" dedim. "Anladım ki bu memleketin kurtulması mukadder ise, bu çocuklar kurtaracak" demesin mi?. Öyle sevindim ki..

"Peki, bunu nereden anladın?" dedim. Dedi ki; "Ders kuvvetli. Bunlar hasbi."

O sıralar Alaaddin Beyler talebeydi. Bir gün Alaaddin Bey dedi ki; "Hocam bize bir imam ver, bize üniversitede teravih kıldırsın." Yeğenağa Camii imamı, şimdi emekli oldu Hafız Hatem Hocayı çağırdım, kendisi yanımda okuyordu; "Ya Hafız, git bunlara Teravih namazını kıldır" dedim. Kabul etti.

Sonra Hacı Süleyman Arı'ya gittim. Dedim ki; "Şu Lütfü Ülkümen'i bir iftara davet edemez misin?" "Ederim hocam" dedi. Süleyman beyin evinde bir iftarda Lütfü beyle oturduk, konuşuyoruz. Sohbet sırasında dedim ki; "Fakültede bizim çocuklar var. Onlara ufak bir mescit yapamaz mısın, orada namazlarını kılsınlar." "Ne mescidi, cami yaparım" dedi. Süleyman efendi'ye " sen bir cami derneği kur, camiyi yapalım" dedi. "Süleyman Efendi, daha durma, hemen başla" dedim.

Sabahtan Tenekeci Mehmed Efendi'yi Cemil Gülakar Efendi'yi sesledik, derneği kurduk. Böylece Üniversite Camiine başlanmış oldu."(Salih Okur)

Hocamız bir dersinde şöyle demektedir; "Eski yıllarda bir gün kulağıma geldi; "hocam, bu Alaaddin bey, Şener bey, Necati bey vs..bunlar katiyyen üniversiteyi bitirmezler." 'Niye bitiremezler' dedim. 'Aha haklarındaki dosyalar, bunları katiyyen mezun etmezler.'

Öyle rahatsız oldum ki.. kendilerine de bir şey söyleyemiyorum. Kendi kendime diyorum ki "yahu şimdi bunlar üniversiteyi bitiremezlerse ben töhmet altında kalacağım."

Üniversiteyi bitirdiler. Dedim "elhamdülillah." Bu sefer dediler ki "bunlar katiyyen asistan olamazlar, işte dosyaları.." Neyse, asistan da oldular, oradan da kurtardık.

"Doçent olamazlar" oldular, "Profesör olamazlar" oldular..Yalandan yere telaşlanmışım..Risale-i Nur, eteğinden tutanı yerde bırakmaz. (Salih Okur)

 ALTMIŞ İHTİLALİ

 Altmış ihtilalinden bir kaç gün sonra hocamın evi polis baskınına uğruyor. Hocamı evde abdest alırken alıyorlar. Evin avlusunda hocamın geniş bir kütüphanesi var. Annem o zaman yeni gelinmiş. Polisler hocamı götürdükten sonra kütüphaneyi de darmadağın ediyorlar, kitapları sallıyorlar, döküyorlar, yerlere atıyorlar. Kitapların bir tanesinden de bir kağıt para çıkıyor. Cüz'i bir kağıt para.. Bunu mesele ediyorlar. Bayağı sıkıntı çıkartıyorlar.

Bir de polisler o kitapların içlerine bakıp yere fırlatıyorlar. O zaman dedem çok sinirleniyor, polis amirine çıkışıyor; " O kitaplara sizi kurban ederim. Allah'tan korkmaz adam, sen nasıl olur da Allah yazan bu kitapları yerlere vuruyorsun. Sen Müslüman evladı değil misin" diye bağırıyor. Bunun üzerine komiser; "tamam ya, bırakın, çıkalım" diyor.

Hocama o sırada başta üstaddan gelen mektuplar olmak üzere bir çok mektuplarını, el yazma eserleri, hocamın icazetnamelerinin orjinallerini vs. o inkilap zamanı emniyet güçleri götürüyorlar. Bir daha da geri alınamıyorlar. Hocam o kaybolan eserlere ve Üstadın mektuplarına çok hayıflanır; "çok büyük yazık oldu" derdi. Ailesi üç ay hocamın nerede olduğunu bile bilemiyorlar. Sonradan dedem Sivas'ta olduğunu öğreniyor da, ziyaretine gidiyor.

Not: Hocamız bir derste o günkü sıkıntılara şöyle değinir; " Eskiden bizi Birinci Şubeye çok getirip götürdüler. Orada Umut bey isminde bir müdür vardı. Bir gün bana; "Hocam, bizim millette çok büyük alimler var" deyip, bazı son devir alimlerinin isimlerini saydı ve dedi ki; "Niye onların eserlerini okumuyorsunuz da, Saidi-i Kürdi'nin eserlerini okuyorsunuz?" Dedim ki; "Yahu bunu bana niye diyorsun ki? Adam herhangi bir eser yazar, yazmayla mükellef. O eseri piyasaya sürer, daha ona karışamaz. Alan alır, almayan da almayabilir yani..Bediüzzaman hazretlerinin bir ordusu yoktu ki, zorla bu eserleri okuttursun. Demek ki bu eserlerde ayrı bir meziyet var yani.. Sizin saydığınız alimlerin kitapları baş tacı olmakla beraber, demek ki bunun eserlerinde de ayrı bir meziyyet var. Ayrı bir cazibe, bir hakikat var ki, okunuyor. Bak bir kişi değil, heryerde cemaatlerle okunuyor. Sizi bunu bana söylediniz. Tamam ben senin sözünü tutayım da okumayayım, ama bir cemaat tutmuş bunu. Öyle bir cemaat ki hergün hem kemmiyeten hem de keyfiyeten gelişen bir cemaat. Sadece ben okumuyorum ki, bana söylemekle mesele halledilsin" falan dedim. Tebessüm etti, güldü."(Salih Okur)

1973 MEDRESE-İ YUSUFİYESİNDE

1973 senesinde bizim evde bir derste baskın oldu. Babam, hocam dahil olmak üzere 69 kişiyi tutukladılar. O zaman Erzurum hapishanesi pisliği ve sıkılığı ile meşhur bir yer. Babam çok mahir birisi olduğundan, hapishaneye girer girmez hapishanenin içini dışını güzelce bir boyattırmış.

Evden yemek götürürdük. İçeriye büyük tencerelerle yemek götürülürdü. O günleri hayal meyal hatırlıyorum. Küçük bir çocuktum. Tahliyelerinde hocam beni kucağına aldı, arabanın ön koltuğunda kucağına otutturdu, böylece evimize geldik.

KORKUT ÖZAL BEYİN SÖYLEDİKLERİ

Eskiden Kanal 6 adlı bir televizyon kanalı vardı. Orada bir program izliyordum. Merhum Korkut Özal konuktu. Ona gazeteciler bazı sorular soruyorardı. Orada Türkiye'nin geleceği, bazı siyasi ve ilmi şahsiyetlerinin görüşlerinden bahsettiler.

Korkut Özal orada dedi ki; "Yok, aslında öyle değil. Türkiye'de bu işleri en iyi okuyan, gelecek anlamında yorumlar yapan, Erzurum'da meşhur bir Mehmed Kırkıncı Hocamız var. O zamanında bize bazı şeyler söylemişti. Dedikleri aynen çıktı. Türkiye'yi o daha iyi okudu." gibi bir şeyler söyledi

Korkut bey orada öyle hocamın ismini zikredince, ben de herhalde ertesi gün Kümbet'e gittim. Sohbet arasında dedim ki; "Hocam, bir televizon programında sizden bahsetti" diyerek Korkut beyin dediklerini zikrettim.

Hocam tebessüm ederek; "Ya bana baştan aşağı bir takım elbise, palto borcu olduğunu da söyledi mi?" dedi.

"Yok hocam öyle bir şey söylemedi" dedim.

Milli Nizam Partisi kurulduğunda merhum Korkut Özal, merhum Lütfi Doğan bu partiden aday olmuşlar. Seçim zamanında sık sık hocamla gelmiş, siyasi tartışmalar yapmışlar.

O zamanlar hocam onlara diyor ki; "Madem çalışacaksınız hiç değilse siz millete deyin ki; "Biz de bu vatanın evladıyız, biz de devletimize,  milletimize hizmet etmek istiyoruz. Bunun için partiyi kurduk' deyin."

Onlar hocama cevaben; "Bu bir siyasî parti değil, sadece adı parti. Aslı İslâmiyet'e hizmet. Biz bu partiyi İslâmiyet'e hizmet için kurduk" diyorlar.

Bunun üzerine Hocam diyor ki; "Siz Müslümanların vekili misiniz? Kim sizi vekil tâyin etti. Bu çok ağır bir iddia. Böyle konuşmayın. Hem siyasetle İslâmiyet'e hizmet etmek mümkün değildir." Risale-i Nur'dan konuyla ilgili yerleri okuyor.

Hocam dedi ki; "Bir gün Hacı Süleyman Efendi'nin dükkânına gitmiştim. Baktım ki Korkut Bey orada oturuyor. "Gel! Gel!" dedi, "İspir'den geliyorum. Millet arkamıza dökülmüş geliyor. Sen istediğin kadar bizi kabul etme." Ben de:

"Hayırlı olsun." dedim. Sonra şu soruyu sordum:

"Türkiye genelinde kaç mebus çıkarmayı düşünüyorsunuz?"

"En az iki yüz elli mebus çıkartacağız." dedi.

"Eğer siz bu seçimde elli mebus çıkartırsanız, bu mağaza sana bir kat elbise versin. Eğer çıkartamazsanız siz bir kat elbise alır mısınız?" dedim.

"Hay hay!" dedi.

O seçimlerde kırk sekiz mebus çıkarttılar. Korkut Bey ve Lütfü Bey Erzurum'dan seçildiler. 48 mebus çıkardıkları için o kadar seviniyorlardı ki, artık iki yüz elli mebusu unutmuşlardı."

HOCAMI SÜRGÜN PLANI

1980 ihtilalin üzerinden bir kaç sene geçmiş, yeni partiler kurulmuş, seçim hazırlıkları başlamıştı.Ben de o sıralar 18 yaşlarındadım.

Merhum Naim Hocanın Gürcükapıda küçük bir kuyumcu dükkanı vardı. Orada oturuyordu. Kapının önünden geçerken selam verdim. Selamımı aldı. "Ula gel Hazret-i Musa'nın oğlu" dedi. Allah rahmet etsin Naim hoca babanma öyle derdi.

"Hocam, buyur" dedim. Dedi ki; "ya bu Hocamgil ne yapıyor böyle yani" dedi. Beni büyük adam yerine koyarak bana hitap etti; "Hocamgil askerlerin aleyhinde konuşuyormuş, sıkıntı olacak. Hacı Musa'ya söyle bana uğrasın" dedi. Veb durumu babama naklettim. Babam onunla nasıl ne zaman görüştü, oralarını bilemiyorum.

Sonradan hocamdan duduğum şu; O dönemde Kenan Evren Türkiye'de bir nüfus planlaması çalışması yaptırıyor. Doğum kontrol haplarını vs halka ücretsiz dağıtıyorlar. Hocam da bu durumdan aşırı derece rahatsız oluyor. Ben de iyi hatırlıyorum. Hocam kalabalık bir derste oturdu, koltuktan doğrularak; "Ya arkadaşlar, yapmayın, bu nüfus planlaması bu millete bir ihanet. Buna aldanmayın. Bu çok büyük bir tehlike. Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam "evlenin, çoğalın. Ben kıyamet günü sizin çokluğunuz ile övüneceğim" buyurmuş. Bu nüfus planlaması meselesi İslam için çok büyük bir zarar. Bu memlekete karşı oynamış bir oyun. Biz bunlara alet olmayalım" demişti. O zaman genel dersler ekseriyetle Fatih yurdunda oluyordu.

Daha sonra Erzurum'da bir vali bey bana, o zaman bu nüfus planlamasını, onunla alakalı o pahalı ilaçların vs getirilmesini tamamen Koç ailesinin üstlendiğini, bunun arkasında Yahudi sermayesinin olduğunu anlatmıştı..

O sırada hafta içi hocamın nerede sohbeti oluyorsa, dersin peşine hocam bu meseleyi gündeme getiriyordu. Bu durum demek ki o sırada askeriyenin kulağına gidiyor. Naim hocanın da şehrin bürokratik kesimi ile arası çok iyiydi. Onun kulağına geliyor ki, ihtilalciler hocamı ailecek Çanakkale'ye sürgüne gönderecek. Naim hoca durumu benim vesilem ile babama haber veriyor. Hocam nüfus planlaması aleyhinde bulunmaktan geri durmadı ama artık büyük meclislerde aleyhte konuşmasından cemaate bir zarar geleceğini anladı. O mesele öylece kapandı. O sıralar askeriyenin tesirinin hissesildiği bir dönemdi.

-devam edecek-

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.

Ankebut, 57

GÜNÜN HADİSİ

"Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım."

Buharî, Edeb 28; Müslim, Birr 140-141. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 28; İbni Mace, Edeb 4

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI