Araştırma ve Yorum

YENİ ANAYASA'DAKİ TEHLİKELİ NOKTALARDAN BİRİ; DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞININ YERİ VE STATÜSÜ

Son zamanlarda yeni anayasa tartışmaları arasında en çok yanlış değerlendirmeler maruz kalan konu; Diyanet İşleri Başkanlığının yeni anayasadaki yeri ve statüsüdür. Maalesef Başbakan'ın "Kur'an sizin de kitabınız değil mi?" sorusu üzerine kendilerini Kur'an'dan ve İslamiyet'ten uzak kabul eden bazı Alevi grupları ile dindar bildiğimiz bazı dini grup ve cemaatler, Diyanetin statüsü konusunda neredeyse aynı noktada buluşmaktadırlar. Ben bunları, Sevr antlaşmaları başlamadan önce Osmanlı Devletinin mirası paylaşılırken, bağımsız Kürdistan kurma hevesi ile Ermeni Nobar Paşa ile ittifak yoluna gidecek kadar ahmaklaşan Şerif Paşa'ya benzetiyorum. Sonradan Ermenilerin oyununa geldiklerini anlamışlardır, ancak atı alan Üsküdar'ı geçmiştir. İşte bu tarihi sorumluluk ile bu makaleyi yazmaya mecbur oldum.

Şunu önemle ifade edelim ki, bütün İslam Devletlerinde diyanet işleri daima en mutena bir yere sahip olmuş ve imamlık, hatiplik, müezzinlik ve hatta şeyhlik ve postnişinlik tayinleri bile doğrudan halifenin veya onun vekili durumunda olan vezir-i azamların yahut sadrazamların yetkisinde bırakılmıştır.

Mesela Osmanlı döneminde Kazaskerler, merkezi bazı kadılıklar dışında kalan küçük kadılıkları yani hâkim kadrolarını tayine edebilirken, biraz önce bahsettiğimiz imamlık ve benzeri kadrolar doğrudan sadrazamın yani başbakanın yetkisine verilmiştir. Bu gelenek bütün manevi tahribatlara rağmen, Cumhuriyet döneminde de kısmen korunmuş ve müftüler dışındaki görevler Diyanet İşleri Başkanlığına bırakılsa da, yine de merkezi otoritenin elinde bırakılmıştır.

Bunun en önemli sebebi, İslam'ın temel esaslarından olan beş temel değerden (zaruriyat-ı hamse) din değerini belli siyasi amaçlardan, mezhep çatışmalarından ve de ihtilaf rüzgârlarından koruyabilmektir. Özerklik adı altında eğer Diyanet İşleri Başkanlığı şu andaki yapısından koparılarak, ister müsbet ve isterse menfi manadaki guruplara ve cemaatler bırakılırsa, Türkiye'de diyanet konusunda tebelbül-i akvam hali yaşanır ve yüzlerce çeşit din ortaya çıkar. Diyanet İşleri Teşkilatının bütün mezhep, cemaat ve guruplara saygılı olması ve bunların arasında dengeyi gözetmesi meselesi ayrıdır; alın kendi dininizi kendiniz idare edin dercesine, bu yetkiyi yâd ellere bırakması ayrı bir meseledir.

Ben şimdi Osmanlı Devletindeki gelenekten kısaca bahsederek konuyu biraz da belgeli hale getireceğim.

1-ŞEYHÜ'L-İSLÂMLIK VE OSMANLI DEVLETİNDE DİYANET TEŞKİLATI

Osmanlı Devletinin ilk ve son dönemlerindeki bazı dalgalanmalar bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı Devletinde ilmiye sınıfının yani din adamlarının ve dolayısıyla yargı teşkîlâtının da bir bakıma başı ve mercii Şeyhü'l-İslâm'dır. Bilindiği gibi hâkimler, hukûkî meselelerde Hanefî mezhebinin mu'teber görüşlerini esas alarak karar vereceklerdir. Karar verirken Hanefî hukukçularının ittifak ettikleri hususlarda aynen, ihtilâf ettikleri konularda ise gerekli araştırmayı yaptıktan sonra en doğru görüşle amel edeceklerdir. İşte bu noktada hâkimlerin müftülere ihtiyacı vardır.

Osmanlı Devletinde müftüler iki kısımdır. Birincisi; bütün ilmiye sınıfının başı olan merkez müftüsü yani Şeyhü'l-İslâmdır. İkincisi, diğer müftülerdir ki, bunlara kenar müftüleri de denir.(1)

Osmanlı padişahları Yavuz'dan itibaren hem Sultân hem de halifedirler. Saltanat kanadını sadr-ı a'zamlar temsil ettiği gibi, hilâfet kanadını da Şeyhü'l-İslâmlar temsil ederler. Hezarfen, bu konuda aynen şöyle diyor (XVII. yy): "Şeyhü'l-İslâmlık makâmı, sadr-ı a'zamlıktan daha yüksek değilse de, ona eşit ve bazı yönlerden üstündür. Devlet işleri din üzerine binâ olunur. Din asıl, devlet onun, fer'i gibi kurulmuştur. Din re'îsi Şeyhü'l-İslâmdır ve sadece devlet re'îsi vezîr-i a'zamdır. ikisinin re'îsi dahi padişah'dır."(2)

Şeyhü'l-İslâm tabirinin, X. asırdan beri İslâm âlemînde hukûkî meselelere vâkıf âlim zat anlamında kullanıldığı bilinmektedir. Ancak Osmanlı Devletinde olduğu gibi ilmiye sınıfının re'îsi manasında kullanılmamıştır. Bu manada kâdîl-kudâtlığın kullanıldığını görüyoruz.

Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde müfti veya hoca efendi ünvanlarıyla yâd edilen bu makâma, Fâtih Kânûnnâmesinde de müftü adı verilmiştir. Edirne, Bursa ve İstanbul müftüleri başlangıçta aynı derecede kabul edilirken, Fâtih devrinde İstanbul müftüsü bütün ilmiye sınıfının başı olarak kabul edilmiştir.

Zembilli Ali Cemalî (öl.1525), İbn-i Kemal (öl.1534) ve Ebüssuud Efendi (öl.1573)'lerin bu makâma gelmeleriyle, artık bu makâm sahipleri, hem Şeyhü'l-İslâm ünvanını almışlar hem de Osmanlı hukûkunun mimarı olmuşlardır. Kânûni'ye bu ünvanı verdirten, şer'î hükümlerle örfî esasları birleştirerek yüzlerce kânûnnâme hazırlayan Ebüssuud Efendi'nin gayretleridir.(3)

Böylesine yüce bir makâma sahip olan Şeyhü'l-İslâmların yetkilerine gelince, bunları ayrı ayrı incelemek gerekir:

Birincisi; yürütme açısından, Şeyhü'l-İslâmların 982/1574 yılına kadar ciddi bir yetkileri yoktur. Bu tarihe kadar imam, müezzin, şeyh, müderris, mevâlî denen yüksek hâkimler ve müftüleri sadr-ı a'zamlar tayin etmektedir. Diğer kâdî ve müderrislerin tayini ise kâdî'askerlere bırakılmıştır. 1574 yılından itibaren Şeyhü'l-İslâmlar, kazâ hakimleri ve bazı küçük dereceli müderrisler dışında kalan mevâlî hakimlerini, müderrisleri ve hatta kâdî'askerleri de tayin yetkisine sahip olmuşlardır. Ancak kâdî'askerlerin ve mevâlî kâdîlarının tayininde sadr-ı a'zamın görüşünü almaları gerekir. Son karar sadrazamındır ve bu durum Osmanlı devletinin yıkılışına kadar devam etmiştir. Osmanlı Devletinin son zamanlarında kâdî'askerlerin hakim tayin yetkisi tamamen alınarak bütün yetki Şeyhü'l-İslâmda toplanmıştır.(4)

İkincisi; Şeyhü'l-İslâmın yargı yetkisi yoktur. Onların en önemli görevi fetvâ vermektir. Zaten müftü, kendisine sorulan hukûkî meselenin çözüm şeklini Hanefî mezhebinin mu'teber kaynaklarına müracaat ederek ortaya koyan İslâm hukûkçusu demektir. Şeyhü'l-İslâmların verdikleri fetvâlar iki kısımdır: aa) Bunlardan ilki hususi şahısların şer'î bir mesele hakkında sordukları sorulara verdiği cevaptır. Bunun bağlayıcılığı yoktur. bb) Diğeri ise, kamuyu ilgilendiren hususlarda Padişah'ın veya diğer resmî görevlilerin sorusu üzerine verilen şer'î cevaptır ki, bunlara fetvây-ı şerîfe denir. Bu çeşit fetvâların padişahı ve kâdîları başladığını ve aksine karar veremediklerini, elde mevcut şer 'iye sicilleri göstermektedir.(5)

Üçüncüsü, Şeyhülİslâmın yasama faaliyetine olan katkısı da büyüktür. Örfî hukûkun temelini teşkil eden ictihâdî konularda kamu yararına uygun görüşün tercihi ve padişaha arz yetkisi Şeyhü'l-İslâmlara aittir. Bu sebeple Osmanlı hukûkî düzenlemelerinde Şeyhü'l-İslâm fetvâlarının ve arzlarının payı büyüktür.(6)

Teşrîfât yani protokol açısından çok yüce bir makâma sahip olan ve genellikle Rumeli kâdî'askerleri veya kâdî'askerlikten azledilenler arasından sadr-ı a'zamın tercihiyle padişah tarafından tayin edilen Şeyhü'l-İslâmların, Şeyhü'l-İslâm Bostanzâde'ye kadar belli miktarda (yevmiye 130 akçeden 750 akçeye yükselmiştir) akçe olarak maaşları vardı. Bu tarihten itibaren arpalık adıyla tîmâr gelirleri tahsîs edilmeye de başlanmıştır.(7)

1241/1826 yılına kadar Şeyhü'l-İslâmların belli bir makâmı yoktu. II. Mahmut, Yeniçeri ocağını kaldırınca, Ağa Kapısını Şeyhü'l-İslâmlık haline getirdi. Artık burası Bâb-ı Vâlây-ı Fetvâ diye meşhur olmuştu. Sonraları Fetvâhâne-i Âli adıyla teşkil olunan ve başına Fetvâ Emîni ismiyle dâire âmiri tayin edilen Şeyhü'l-İslâmlığa ait bir daire, zamanla hem Avrupa devletlerinin hem de İslâm aleminin bazı zor hukûkî meseleler için müracaat ettiği akademik bir merkez haline gelmiştir.(8)

2-İMAMLIK, MÜEZZİNLİK VE BENZERİ DİN GÖREVLİLERİNİN TAYİNİNDE SON SÖZ İCRANIN BAŞI OLAN SADRAZAMINDIR

Bu konu ile alakalı bir kanun maddesini Tevki'î Abdurrahman Paşa Kanunnamesinden aynen alıp buraya koymak istiyoruz. Zira diyanet işlerinin doğrudan merkezden yürütülmesi ve hatta Padişahın yahut Halifenin yetkisine verilmesi, Halifenin on temel görevleri arasında yer alan dini koruma görevinin içine girmektedir.

'' Evvelâ sadr-ı a'zam olanlar cümleyi tesaddur edüb âmme-i masâlih-i dîn ü devlet ve kâffe-i nizâm-ı ahvâl-i saltanat ve tenfîz-i hudûd ve kısâs ve habs ve nefy ve envâ'-ı ta'zîr ü siyâset ve istimâ'-ı da'vâ ve icrây-ı ahkâm-ı şerî'at ve def'-i mezâlim ve tedbîr-i memleket ve tevcîh-i eyâlet ve emâret ve ulûfe ve ze'âmet ve tîmâr ve tevliyet ve hitâbet ve imâmet ve kitâbet ve cemî'-i cihet ve taklîd-i kazâ ve nasb-ı mevleviyet ve tefvîz ve tevkîl ve ta'yîn ve tahsîl-i umûr-ı cumhûr ve tevcîhât-ı gayr-i mahsûrve'l-hâsıl cemî' manâsıb-ı seyfiyye ve ilmiyenin tevcîh ve azli ve cemî' kazâyây-ı şer'iyye ve örfîyyenin istimâ' ve icrâsı içün bi'zzât cenâb-ı Pâdişâhîden vekîl-i mutlak ve Memâlik-i Mahrûsa-i Osmânî ve taht-ı hükûmet-i sultânîde olan cemî' nâsın üzerine hâkim-i sâhib- fermân olduğu muhakkakdır.''(9)

Bugünkü Türkçeye çevirirsek, şöyle özetlemek mümkün olur:

''Başbakan bütün devlet memurlarını başıdır; din ve devletin bütün meselelerini tedbir ve idare eder; had cezaları, kısas cezaları, hapis, sürgün ve bütün ta'zir cezalarının infazına o tasdik verir; İslam hukukunun hükümlerini icra, yargılamaları düzenleme, memleketin problemlerini çözmede en önemli yetkilidir; ister mülki ve idari görevlerin tayini, vakıflarda mütevellilerin, camilerde imamlar, hatipler ve kısaca yargı ve ilmiyeye yani dini ilimler kadrolarına tayin, terfi, azil ve benzeri yetkiler ona aittir. O Sultanın mutlak vekilidir.''

Maddenin Osmanlıcası dikkatlice okunursa özellikle diyanet işleri ile alakalı meselelerde Osmanlı devleti Cumhuriyet hükümetlerine göre daha merkezilik esasını benimsemiş bulunmaktadır. Bunun temel sebebi, dinin tefrikalardan ve mezhep çatışmalarından korunmasıdır.

3-SONUÇ VE TEKLİFLERİMİZ

Bütün bu izahlardan sonra bazı teklif ve sonuç cümlelerimiz olacaktır.

1.Diyanet İşleri Başkanlığı, yeni anayasada doğrudan Başbakana bağlı bağımsız bir kuruluş olarak devam etmelidir. Din İşleri Kurulu, ehil üyeler tarafından güçlendirilmeli ve İslam âlemi ile de işbirliğine gitmelidir.

2.Özellikle cem evlerini mabed kabul ettirme teklifleri, tamamen Aleviliği İslam'dan ayrı bir din olarak takdim etme çabalarıdır ve bu fitneye alet olunmamalıdır. Avrupa hükümetlerini çoğu Türkiye'yi karıştırmak için bütün güçleriyle bu mesele üzerine eğilmektedirler. Asırlar boyunca cem evleri, Bektaşi Dergâhları yani tekye ve zaviye olarak kalmıştır.

3.Diyanet İşleri Başkanlığı, bugün Türkiye'de uygulama devam ettiği gibi, Ca'feri mescidlerine onların da muvafakatini alarak imamlar ve diğer din görevlilerini tayin edebilir. Bu durum gerçek manada Aleviler için de yapılabilir. Ancak bu konuda Aleviliği tamamen İslam dışı gören ve Kur'an'ı bile kabul etmeyenler muhatap alınmamalıdır. Zaten bunların sayıları da azdır.

Dipnotlar

1-Hezarfen, Telhîs'ül-Beyan, Vrk. 133/B vd.;Tevkî'îKânûnnâmesi, MTM, I/541.

2-Hezarfen, Telhîs'ül-Beyan, Vrk. 134/A vd.;

3-Tevkî'î Kânûnnâmesi, MTM I/538-539; Hezarfen, Telhîs'ül-Beyan, Vrk. 134/A vd.;Uzunçarşılı, İlmiye, 173-179; İlmiye Salnâmesi, 304-320.

4-Tevkî'îKânûnnâmesi, MTM, I/538-539; Ali Haydar, Dürer'ül-Hükkâm, IV/705; Uzunçarşılı, İlmiye, 179 vd.;Hezarfen, Telhîs'ül-Beyan, 134/B vd.; Takvîm-i Vakayi, No:2840-3847.

5-Mecelle, md. 1811; Ali Haydar, Dürer'ül-Hükkâm, IV/713-716; Uzunçarşılı, İlmiye, 200 vd.

6-Bkz. Ebüssuud Efendi, Ma'rûzat, Sül. Kütp. Mihrişah Sultân, No: 440, Vrk. 38/B vd.

7-Hezarfen, Telhîs'ül-Beyan, Vrk. 135/B-137/A.

8-Ali Haydar, Dürer'ül-Hükkâm, IV/715-716; İlmiye Salnâmesi, 140-152; Uzunçarşılı, İlmiye, 208 vd.; Krş. Mumcu/Üçok, 222-226.

9-Ahmed Akgündüz, İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, cilt. I, sh. 263 vd.

1 Yorumlar

  • çok beğendim elinize ve aklınıza sağlık bence bu yazınızı BAŞBAKANA YOLLAMALISINIZ onun aydınlanması için ve oyuna getirilmemesi için belki onunda bu yazılara ihtiyacı olabilir *BİLEMEYİZ****

    Bu yorum faydalı mı?

Yorum yapın

Yorum yapmak için giriş yapın.